Alice Bel Colle
Gece 12’den önce otelimizin olduğu Alice Bel Colle’de olmamız gerekiyordu. Aksi halde rezervasyon ile ilgili sıkıntı yaşayabilirdik. Bu yüzden şoförümüz İsmail, Monaco ve Monte Carlo’dan sonra bastı gaza 🙂 -tabi kurallara dikkat ederek-.
Bu arada lokasyon olarak Fransa’dan İtalya’ya geçiyoruz, geçiş çok ilginç geliyor bana. Büyülenmiş gibi bakıyorum arabanın camından, Akdeniz’in gecesini gözetliyorum bir de çaktırmadan. Geniş, çok yükseklere kondurulmuş viyadüklerden oluşan bir otoyoldan geçiyoruz. Gece olmuş, çok fazla şey göremiyoruz, ama tepeden gitmek çok keyifli geliyor.
Burada görmek istediğim bir de Sanremo var, ama biz fırt diye geçip gidiyoruz yanından, otelimize yetişeceğiz 🙁
Otele yetişmek için de İsmail basıyor gaza. İtalya’ya girdikten ve daha içlere doğru girdikten sonra her şey farklılaşıyor, İtalya’yı çok seviyorum ben, gözümde her şeyi farklı ve güzel, otoyolu bile!
Gece hızla yollardan geçerken harika İtalyan köyleriyle, şehirleriyle karşılaşıyoruz. Uzaktan ışıklarıyla bize işaret çakıyorlar, sanki gelin buraya da gelin der gibi!
Sadece uzaktan değil içinden de geçiyoruz küçük kasabaların, gençlerin, yaşlıların sokaklarda keyifle vakit geçirdiği, eğlendiği yerlerden geçiyoruz. Ah diyorum acelemiz olmayacaktı 🙁 lakin yapacak bir şey yok, gitmemiz gerek, hızla geçiyoruz biz de. Tepelere doğru çıkarak otele gidiyoruz, nerede olduğumuzu ancak sabah anlıyoruz.
Meğer gece boyunca üzüm bağlarının yanından yukarı doğru çıkmışız, çıkarak küçük bir yere varmışız: Alice Bel Colle’ye.
Kaldığımız otelin ismi Hotel Belvedere, merak edeniniz varsa internet sitesi için tıklayabilir! Expedia üzerinden rezervasyon yaptırdığımız bu otele kişi başı kahvaltı dahil 25 dolar ödedik, fiyata bakın 🙂
Gidilen o kadar yolun bir ödülü olmalı ama değil mi 🙂 Gerçi bizim yolumuzun neredeyse üstüydü ama bu bizim rotamıza özgüydü, normalde o kadar yol üzerinde değil sanırım.
Sabah uyandığımızda gece yorgunluktan fark etmediğimiz detayları görüyoruz, odamız çok güzel, çatı katı ve manzarası müthiş!
Oda ve manzarası;
Otelin kahvaltısı da gayet güzeldi bu arada, fiyatı sizi yanılgıya düşürmesin.
Kahvaltımızı ettikten sonra hemen dışarı da ne var ne yok kolaçan etmeye çıkıyoruz 🙂
Sonradan edindiğim bilgilere göre burada şarap yapımı yaygınmış, üzüm bağlarının sebeb-i hikmeti buymuş yani 🙂 Merak edenler için buradaki şarap yapımı ile alakalı bir de internet sitesi var; Detaylar için tıklayabilirsiniz!
Biz etrafı da gördükten sonra daha gezilecek yerler var diyerek Milano’ya doğru yola çıkıyoruz.
Milano
Bu Milano’ya 2. gelişimiz, ilk 2013 yılında gelmiştik, doyamadık yeniden geldik 🙂
130 km yoldan sonra şehre giriyoruz ve aracımızı yer altında uygun bir otoparka bırakıyoruz. Otopark zaten merkezde, yürümeye başlıyoruz.
Milano’nun merkezi meşhur Milano Katedrali’nin bulunduğu Duomo meydanı. Biz bu meydana gelmeden önce Sforzensco Şatosu’na gidiyoruz.
Sforzensco Şatosu
Sforzensco Şatosu; Francesco Sforza tarafından 15.yüzyılda yaptırılmış bir şato.
Francesco Sforza kimdir diye soracak olursanız, o da ünlü bir zat. Sforza ailesinin ilk Milano düküymüş kendisi. Ferrara’da sarayda büyümüş, türlü savaşlara katılmış haşmetmeap ve entrikalarla dolu yaşamında Milano’ya sanatsal anlamda çok katkısı olmuş.
Şato güzelliği dışında, günümüzde Antik Çağ Sanatları Müzesi, Müzik Aletleri Müzesi gibi sanat koleksiyonlarına da ev sahipliği yapıyor.
İlgisi olanlar için de küçük önemli bir bilgi; Michelangelo’nun yarım kalan son yapıtı “Rondanini Pietası” da yine Sforzensco Şatosu’ndaymış.
Şato’dan yavaş yavaş ayrılıyoruz, az önce bahsettiğim fıskiyenin olduğu taraftan değil de tam tersi taraftan çıkıyoruz, çünkü şato bittiğinde Sempione Park’ı başlıyor, biz orayı da gezeceğiz.
Sempione Park
Milano’nun tarihi şehir merkezinde yer alan Sempione Parkı oldukça eski bir geçmişe sahip, 1888 yılında kurulmuş. Park, Sforzensco Şatosu ile Barış Takı arasında konumlanmış.
Şatodan çıktıktan sonra parkın içinden Barış Takı’na doğru yürüyoruz, aşırı derece sıcak olan havada yer yer ağaç gölgelikleri bizi bayağı bi rahatlatıyor.
Barış Takı, aslında Milano’nun tarihi şehir kısmına giriş kapısı. Şehirdeki bu kapı olayı Romalılara dayanıyor. Çünkü ilk kapı Romalılar tarafından yine Romalılardan kalma şehir surlarının bir parçası olarak aynı yerdeki önemli bir yolu kontrol amacıyla yapılmış. Ortaçağda kapı şekil ve yer değiştirmiş ve Sforzensco şatosunun bir parçası haline gelmiş.
Bugün var olan kapı Luigi Cagnola isimli bir mimar tarafından inşa edilmeye başlanmış, ölümünün ardından kapının yapımına Francesco Londonio isimli bir başka mimar devam etmiş ve 1838 yılında kapımın yapımı bitirilmiş. Kapı, Milano’yu Alplerden geçerek Paris’e bağlayan, halihazırda da kullanılan bir yolu işaret ediyormuş.
Bu sefer parkın içinden geçerek kalenin etrafından dolanıyoruz. Milano Katedralinin bulunduğu Duomo meydanına doğru bu yolda gidiyoruz. Bir şehri gezerken en sevdiğimiz şey olan sokak aralarına girme fırsatını yakalıyoruz bu sayede, tabi hemen fotoğraf makinelerini hazırlıyoruz 🙂
Demiştim 2013 yılında da Milano’ya gelmiştik, o zaman burada güzel bir poz çekmiştik, onu da sizinle paylaşmadan edemeyeceğim;
Neyse biz 2015’e dönelim en iyisi 🙂 yoksa ben sizi fotoğrafa boğabilirim 🙂
Meydana gelmeden evvel bizi muhteşem mimarisiyle alışveriş merkezlerinin atası Galleria Vittorio Emanuele II isimli pasaj/alışveriş merkezi karşılıyor.
Galleria Vittorio Emanuele II kemerli kapılarla çevrili dünyadaki en eski alışveriş merkezlerinden biri. Alışveriş merkezi ismini İtalya’nın ilk kralı Vittorio Emanuele II’den almış, 1861 yılında tasarlanmış, 1865 ile 1877 yılları arasında Giuseppe Mengoni tarafından inşa edilmiş. Bina muhteşem bir mimariye sahip, cam tavanıyla o kadar ferah ve harika ki hayranlık duymamak mümkün değil.
Gittiğimiz birçok şehirde uydurmasyon olduğunu tahmin ettiğimiz turistleri bir daha gelmeleri için bir ikna faktörü olarak kullanılan bazı oyunlar geliştirmişler. Örneğin şehrin uğrak yerindeki bir heykelin belirli bir yerine dokunursanız, bu o şehre bir daha geleceğiniz anlamına geliyor, ya da Roma’da aşk çeşmesine para atarsanız bu Roma’ya yeniden geleceğinize işaret gibi gibi.
Milano’da da buna benzer bişi var, bu alışveriş merkezindeki aslında bir yer döşemesi olan boğanın üzerinde bir seferde 360 derece tur atabilirseniz bu Milano’ya yeniden geleceğiniz anlamına geliyor 🙂
Biz turumuzu attıktan sonra doğrudan Duomo meydanına çıkmıyoruz, en güzeli en sona bırakıyoruz, diğer kapılardan birinden çıkıp dolaşarak meydana gidiyoruz.
Bunlar da yolda gördüğümüz manzaralar;
Neysa daha fazla uzatmayacağız bu süreci 🙂
Vee Duomo meydanı ile Milano Katedrali;
Milano Katedrali, Roma’daki Aziz Petrus Bazilikası’ndan sonra İtalya’nın ikinci büyük katedrali, Avrupa’da ise dördüncü katedral. Bir iddiaya göre Alp Dağlarından bile görünüyor. Ayrıca katedralin tam 500 yılda tamamlandığını da söylemeden edemeyeceğim.
Bu da 2013 yılından, meydanın gecesini görün diye;
Meydanın tam karşısında uzun bir cadde var, mağazalar, restaurantlar hepsi burada, hem de gölgelik bi cadde 🙂 güzel vakit geçirebilirsiniz diye düşünüyorum. Biz öyle yaptık, hatta İsmail bir restaurantın garsonuyla bayağı muhabbeti arttırdı, garson da pek sevimli çıktı 🙂
Caddenin sonu İsmail’in pozda da göreceğiniz gibi şatoyla bitiyor, sadece arada bir Garibaldi heykeli var;
Biz bu Garibaldi’nin arkasından dolanarak çok güzel dondurmaları olan bir dondurmacıya giriyoruz, ismi: Van Bol & Feste. Tavsiye ederim, bol kepçe, lezzetli dondurmalarından mutlaka tadın.
Biz dondurmamızı keyifle yedikten sonra Como’nun yolunu tutuyoruz, daha yapılacak Como gölü tekne turumuz var, bekleriz 🙂